Evet, gerçekten hiç acelem yokmuş ! 🙂 Ait olmakla ilgili yazıdan beri 2 seneden fazla olmuş.
Öncesinde arayışta geçen kim bilir kaç yıl var. Resmen kendimi bildim bileli açılmayan bir kapı açıldı. Gözümü içeri doğru açmam gerektiğini hissediyordum da, bunun (ne kadar dirensen de) olacağı varsa olduğunu bilmiyordum. İnsan tuhaf bir yaratık; kontrolün çoğu bilinçaltında ve istediği herhangi birşeyi sonunda kendine yaptırıyor. Birçok olmadık yerde bulunarak saçmasapan hatalar yapıyorsun, sonunda o dersi alıyorsun. İnsan durumunu bu yüzden seviyorum.
Herşey o çok popüler, dışı seni içi beni yakar cinsten start-up’dan çıkarılmamla başladı.
Dumur oldum. Neden? Çünkü kafamdaki doğruyu yaparsam herşeyin yolunda gideceğini zannediyordum o zamanlar. Asperger’e 5 kala bir saçmalık bu aslında. Seni atmayacak da kimi atacak!
Türkiye’den dünyaya parmak atmış bir adamın çekirdek ekibine girmişsin, herkes kurt. Artık saf olma di mi! Bildiğin herşeyi öğretme, öğreteceksen de yavaş ol acelen ne? Her başarında krediyi etrafındaki kurtlar alsın, sen tevazu gösterip ortamda parlamayınca seni eziklesinler. Böyle bir düzen var ve çalışma hayatında mücadelenin her türlüsü mübahtır diyebiliriz. Konu onları eleştirmek değil zaten.
Orada çok ince bir zekayı yansıtan iletişim kanalları var fakat ben bunu göremiyorum. Alışmışım, herşey tam, herşey net olur diye. Bu ülke öyle biryer değil ki, aksine herşey flu, üstü kapalı. Onlar da benle uğraşmak istemediler tabii. Tarzın olmayan kıyafeti giyemezsin ya, onun gibi birşey. Geçirdiğim 10 ayın gerçekleri, son 2 saatte suratıma şaplak gibi yapıştı. Çok da iyi oldu.
Atıldığım zaman çok içerlemiştim, anlam veremedim uyarısız sebepsiz atılmaya. Sonraki birkaç ay epey zor geçti. Hatta öyle durumlarda geçmiyor ya zaman, depresyonun eşiğinde epey alkol tükettiğimi hatırlıyorum. Aslında içerlediğim bu şirket değil, kendi ahmaklığım. Hatta öyle ki süregelen yabancılığımı daha anlamıştım; dendiği gibi tam bir uzaylıydım! Bu olay sayesinde dank etti: hakkaten içinde bulunduğum ortama gözlerimi kapatıyormuşum.
Uyanana kadarki süreç şöyleydi:
Yapay boşlukların anlık dolgu çabaları. Gene adrenalin peşinde, ama nereye kadar?
O ara kış ortası, sörf de yok. Para da az. Mendil mi satıcam? Bilgisayar başında iş ara. Ye -iç – yat – kalk bunu saplantı haline getirdim. Sıfırdan herşeyi sorgulamaya geçtim (gene). Bu kadar boş işlerle meşgulken, kendinden uzak davranışlara giriyor insan. Gene arama modunda. Bu sefer doğada bile değil evler, odalar, kafeler hepsi göt içi kadar. Tabii ki bunalıma dayanamayıp yeni heyecanlara kaçıyor zihin.
Akıntıya kendini bırakırsan, sana en uzak dünyalar bile seni içine alır.
Tam bir sugar coated shit-bag’in içine düştüm. Neyse o kısmı anlatamıyorum bile zaten.. Ama şunu söyliyim: bu kadar kayıpken bile içerde biryerde neyin gerçek olduğunu hissediyordum. Herşey önce kalpten başlıyor, beyinden değil.
Ölüm yoksa insan can havli ile normal döngüye giriyorsanki. Benim için o ağır hava tekrar yükseldi. Herkesin özünde masum olması bazen çok sinir bozucu bir gerçek ama bakış açına bağlı olarak günü kurtarıyor. İçin temizse, dışarısı yardımına koşuyor. Gerçek sevgi ile dolu insanlar ne kadar derine gömülü olsa da bunu görüyorlar. Rüya gibi; bulanık başlasa da, sonunda illa ki uyandırıyor.
Bu kısa ama çok yanlış seçimler dönemimden sonra görüş mesafem oldukça kısalmıştı. Çok beyhude ve epey çaresiz hissediyor insan. İstediğim yönde gidebilmem imkansız gibiydi. En azından bir yön vardı diye düşündüm. Hiç birşey göremeyecek kadar hızlı sürüklendim. Bu noktada ödevim sadece teslimiyet oldu. Önce sevdiklerime, sonra da sürecin kendisine.
İşte bilinçaltımla böyle tanıştım. Diriliş yolculuğum başlamıştı artık ve farkındalığın geri dönüşü olmuyordu. Zaten bir düşüşte depresyona girmiş, sonraki aylarda kendimi gebertene kadar salmıştım. Bu duruma vesile olduğu için o şirketteki patronuma teşekkür etmek lazım. Kendimi akıntıya bırakabildiğim için de cesaretime şükrediyorum.
***
Başlangıçta kendi değer yargılarını gebertme süreci garip olabiliyor. Kafadaki fikirler bulanıyor, ruhtaki gerçekler yüzey yapıyor ve herşey dayanılmaz hale geliyor. Kendini tanımaya başladıkça yaşadığın kişiyi tanıyamıyorsun! Sonunda seni bir yerlere atıveriyor, illaki seçimler geliyor önüne. Son şansları veya ilk fırsatları sunuyor. Bu dipsiz bir denize dalışın öncesi gibi: suyun altı hep ürkütür. Dip görünmez, derinlerde ne var hiç bilinmez… Rüzgar yok hava yok hiç bana göre değil. Ama sanki dünyada bi orası kalmış gitmediğim! İşte ne geliyorsa meraktan derler, inanırsan iyi birşey çıkabilir. Dalış öncesi basınç yükselecek ve hiç de tatlı gelmeyecek. Ama benim için yukarda da hava bitmişti zaten, o noktada başka türlü dalışa geçmiyor insan.
Fiziksiz, ekipmansız, bilinçsiz, free-style, tamamen beklenmedik, harikulade bir yolculuk başladı. Sadece benim sularımda ve sadece bana özel.
Gölgelerin gücü adına, güç hep sende aslında!
0 Comments