Beni yeni yeni şaşırtan bir konu: nedense güzelim Türk kültürümüze sahip çıkmakta hiç hevesli değiliz.

Halbuki çok renkli ve derin bir kültür. Mesela, 13 bin senelik Göbekli Tepeyi neden bir İskoç keşfediyor? Orada yaşayan binlerce Türk o sırada nelerle uğraşıyor? Orta doğunun terörüyle mi, açlıkla mı, yoksa cehaletle mi? Bence bu imkansızlıklar olmasa, kendi Göbekli Tepemizi kendimiz kazardık. Tüm dünyayı da ayağımıza getirip sıralara sokardık göstermek için. İlk anda içim yanıyor, sonra biraz düşününce mantıklı geliyor…

Hep bi kimlik bunalımımız ya da kendimizi inkar etme halimiz var. Neden hiç yokluk çekmemişiz gibi yaşıyoruz? Neden öğrenilenler unutuluyor? Unutulmasın, herkes paylaşsın konuşsun… Özellikle bu ara bu kadar insan ülkeyi terkederken bu konuyu kimse konuşmak istemiyor, biliyorum.. Ama ben tam da bu yüzden bunu yazmak istedim. Paylaşma yasağını devlet koymadan biz kendi kafamıza koymuşuz da ondan. Çocuğuna bile gerçeği söylemiyor Türk annesi. “Oğlum büyüyünce sen büyük adam olacaksın!” Olmayacak ki, en iyisi ortalama olacak.  Daha kötüsü, annesi bu hayali aşıladığı için de buna razı olacak!

Blog yazıları neden var? İnsanlar kendilerini ifade etsin, biraz daha fazla kişi tarafından duyulsun diye. Peki neden duyulsun? Duyulmazsa sen kendi fikrine benzeyen başka fikirleri hiç bilemezsiz. O zaman o fikir paylaşılamadığı, beslenmediği için yakın zamanda sönüp gider. Ama bu konuda blog yazıları varsa, belki belki bir gün Google search esnasında denk gelir okursun. Böylece kendine ve daha önemlisi iyi fikirlerine destek bulabilirsin, öz güvenin artar. Belki birine anlatırsın, belki tartışırsın. Ama ölüp gidecekse de bir yaşam süresi olur fikrin. Hatta bir blog yazmaya başlarsın – uzun süre offline kalsa bile.

Şimdi bir toplumdaki insanların çoğunun fikirlerini paylaştığını düşün. Birbirlerine zaten benziyorlar. Hadi baştan benzemese bile aynı toplumda, aynı ülkede yaşıyorlar bir süre sonra anlaşıyorlar. Çoğu aynı dili konuşuyor ve birbirlerini zaten desteklemeye niyetli değilseler bile, belki de meyilliler.

Ama kimse blog yazmıyor, kağıtla bile arası yok. Hatta gazete bile almıyor. Olsun, belki anlatıyor ve dinliyor diyeceksin. Fakat içi dolu konular bile olsa, lafta anlatılanların hiçbiri kalıcı olmuyor. Akılda kalsa da heyecanı kalıyor. Sonucunda sıkıcı ama verimli bir çözüm, hayatımızı kolaylaştıracak bir “aklın yolu birdir” noktası konamıyor. Çünkü aslında 2 -3 kişiden fazla bir yere yayılamadı.

Biz Türkler bu fikir paylaşma işini genelde tehlikeli buluyoruz. Çünkü “fikir” dediğin şey Türkün anlayışında hep radikal olmak zorunda – özellikle “iyi bir fikir” ise anlatmaya bile değmez. O kadar ileri seviye düşünürüz ki; normal ve ortalama fikirlere vaktimiz yok! Zaten çok sıkılırız, yarısında uyur kalır veya bunaltıdan fenalık geçiririz.

Her işin içinde mutlaka heyecan aramak gibi bir huyumuz da var, hiçbir olaya düz hali ile bakmıyoruz. “Bir fikrim var” diyen insan mutlaka delice birşey söylemek üzere zannediliyor. Hayır, sadece:  “şu çukuru kapatalım birgün içine biri düşmesin” dediğinde çok sıkıcı olduğu için o çukur asla kapanmıyor. Ama birgün biri düşüp öldüğünde televizyonda habere çıkıyor, o zaman belediye gelip kapatıyor.

Her işin başında mutlaka bir önyargımız var, mutlaka bir tutukluk yaşanıyor. Belki yaşantımızda en harika olanı hedefleyen bir toplum değiliz. Ortalamaya razıyız (bkz. Hintlilerdeki benzer durum) ama nasıl oluyorsa hep heyecanın ve olağanüstü durumların özlemini çeker dururuz!

Ben genetik olduğunu düşünüyorum. Murat abinin sorusu üzerine Türklerin risk almamak ve başka huyları için şöyle yorum yaptım:

Belki de çok kritik coğrafyamız veya savaş dolu tarihimiz yüzünden beklenti düşüklüğü genetiğimize kodlanmış, ortalamayı tutturunca sevinivermek adet olmuştur. Bunun değişmesi zor gibi, hatta gerekli mi onu da bilemedim. Yüksek standart bir gen havuzunun buralarda yaşamıyor olması hayatta kalmak açısından normal olabilir mi acaba? Valla ben halimden memnunum 🙂

Biraz benziyoruz ama hiç Hintliler gibi uysal değiliz. Damarımız tutunca (iyi veya kötü ona çok bakmadan) her şeye direniyoruz! – asla sömürge olmaz Türk’den o belli. Gel gör ki; bize ulu orta hükmetmek zor gözüküyorken, derin politikaları düşünürsen birileri bizi sürekli yönetiyor. Çaktırmadan son 50 yılda nerelere gelmiş, kimlere benzemişiz. Biz de büyüklerimizden dinliyoruz.

Beklenti düşüklüğünü belki de bizi birçok zor durumdan kurtarıyor olabilir. Zor durumları, insanları, fazla gelen sorumlulukları “idare etmek” konusunda Türkler olarak üstümüze yok. Bununla idare etmek yerine, zor durumdan çıkıp daha rahat bir yerden baksak hayata olmuyor mu? İlla neden zor olmalı?

Yanlış olduğunu bildiğimiz birşeye ses çıkarmayıp, doğruları konuşmaya neden üşenir ve korkar olduk? Bunu ilk kendime sormalıyım, blog yazıyorum ama online değil. Belki de kendi yakın çevremin yargılayıcı gözlerinden bıktığım içindir. Bunun için kendime çok kızmaya başladım, yakında online olur gene burası… Belki yakınlardan hayır yoksa, daha uzaklara ulaşması daha hayırlı olur değil mi?

Yanındakinin fikrini veya hissini bilmiyorsun Türkiye’de. Halbuki büyük ihtimalle aynısın ama neden ola ki paylaşmıyorsun. Hiç beraber olmaya çalışmadan, sadece kendi bildiğini okuyarak hayatı sürdürmekten herkes bezmiş. Böyle nasıl anlaşırız, birbirimizle nasıl geçiniriz? Daha birbirimizi anlamıyoruz diğer milletleri nasıl anladığımızı zannediyoruz???

Bir de bu umursamadığımız kültürümüzü, aman efendim dokumuzu korumaktan bahsetmeyelim lütfen. Türkiye güzel ve büyük bir ülke, paylaşmaya değer ve ayrıca İstanbul’un taşı altından da değil. Herkesin gözü burada, herkes İstanbul’a hayran bunu kabul edelim, kimseye de buraya geldi yerleşti diye kızmayalım. Dünya şehri olmuşuz artık senin-benim demek hem çok ayıp hem de geçen yüzyıldan kalma. İstanbul tek medeniyetten ibaret olamaz. Güzel taraflarını da yaşamaya çalışalım.

Mesela bu akşam, Fatih Akşemsettin’de yaşayan Suriyeli yazılımcı arkadaşlarımla akşam yemeği yerken (ve İngilizce iletişim kurarken) kendimi bir turist gibi hissettim! Ama bundan rahatsız olmak yerine ülkem adına gurur duydum. Çok ileri bir medeniyette görebileceğin bir uyum içinde herkes rahatça kendini yaşayabilir – evet İstanbul’da.

Suriye mutfağındaki lahmacunun, bizim bildiğimiz lahmacundan ne kadar da farklı olduğunu gördüğünde “işte gerçek lahmacun! gibi tezahüratlara da dayanamayıp” bu kadar basit bir konuyu hırs yapacak ve kavga çıkaracak Türkler tanıyorum. O anda bunları çok düşünmeden, yemek kültürüme bir tat daha kattığım için mutlu bir şekilde evime döndüm.

Dönüş yolundaki Türk taksicinin beni 3,5 TL için kazıklamaya çalışması da epey ironik bir kapanış oldu. Küçük düşünmeyi bırak artık sevgili vatandaşım! Kendini küçültmek dışında hiçbir yere varamıyorsun. Kafayı çalıştırmak veya uyanık olmaktan daha önemli şeyler var bu hayatta. Mesela iyi bir insan olmak, birinin duasını almak gibi.

Not: Tabii eleştirmek çok kolay, “sen de taksici ol, görürüm seni” diyenleri duyar gibiyim. Ama aslında eleştirmek hiç de kolay değil işte – sizin gibi sazanlar yüzünden! Hemen önünü keserek yapıcı etkisini sıfırladığınız için, epey cesaret isteyen bir iş.

Galiba gaza gelip bu blogu gene online yapmak üzereyim. Acaba o cesaretin gecikmişinde bir kıymet kalır mı?

Her neyse… Basit güzellikleri kaçırıyor olmak basit bir insan olunduğu anlamına gelmiyor. Lezzetli yemeklerinden yerken bu mahalleye Arap kültürünün de iyi gittiğini ve İstanbul’umun binbir renginden bir tanesiyle daha tanıştığım için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.