Başa gelen kazaların güzelliği
En iyisi baştan başlayayım… 2012’nin Temmuz ayında, Ataköy’de, kulağımda kulaklık, günlük koşumu yaparken arkamdan aniden bir araba çarpıyor. Ayağım yerden kesilmesine rağmen sadece birkaç dikişle olayı çok ucuz atlatıyorum. Gelen hisler: şok, saf korku ve sonrasında öfke… Bu kaza benim için tam bir dönüm noktası diyebilirim. İlk korkuyu takip eden daha enteresan bir düşünce var ki; o da içimde o güne kadar hissetmediğim bir farkındalık:
Herşey her an bitebilir.
Sanki bir kabuk kırıldı ve içinden yepyeni bir Duygu çıktı. Bu heyecan, herşeyin her an bitebileceğinin farkındalığı ve bunun verdiği rahatlıkla önce gittim, 16 yaşımdan beri yanarak istediğim ilk dövmemi yaptırdım.
Ufak bir “Rüzgar” yazısı ve anlamı da sadece kendisi. Bir eski sevgilinin veya gelecekteki oğlumun adı değil.
Bu dövmeme kavuştuktan sonra üzerime bir cesaret ve bir öz mutluluk geldi diyebilirim. Herşey daha bir net daha bir hafif gözükmeye başladı. Kendi hayatıma dışarıdan biri gibi bakmaya başladım, ama sorgulama gerektiren çok unsur vardı. Çalıştığım masa başı işinde kendimi çoktan kanıtlamıştım ve son zamanlarda kurumsal hayatın yavaş dönen çarkları beni sıkmaya ve hatta sonu gelmez bir girdap gibi boğmaya başlamıştı. Çocukluktan beri önümde çizilen hayata çıkan imkanları tek tek değerlendirerek devam etmiştim. Bu noktada epey bir değişiklik isteğim, bu hayatın bana uygun olmadığı artık inkar edilemez olmuştu. Başarı odaklı yaşamak ve her şeyin en iyisini yapmak istemek güzel tabii. Ama eğer susup dinlerse insan canının gerçekten istediği şeyleri yapmaya cesaret toplayabilir.
Peki bu hayatta beni en çok mutlu eden şey neydi?
Tabii ki de sörf yapmak!
Hayatım boyunca çok spor denemiş bir insan olarak söyleyebilirim ki belki de rüzgar sörfünün bildiğim en zor spor olma sebebi düşündüğümden çok farklıydı. Otuz yaşına kadar hiç ders almadım ve o zamanlar youtube bile yoktu. Sadece yazdan yaza sudakileri izleyerek, çocukluktan başlamama rağmen doğal olarak orta veya ileri seviyeye hiç gelememiştim. Bu yüzden hep sörf içimde kalmış, tam potansiyelimi gösterebilecek mesaiyi hiç harcayamadığım için özlemi senelerce gitgide artmıştı. Kim bilir belki de bu zaten kolay olmayan – detay ve teknik bilgi üstüne çok çevik ve dayanıklı bir vücut gerektiren rüzgar sörfüne – yeterince yetenekli olmamamın önüne paravan çektiğim bir kendini kandırmaca yöntemidir. Eğer küçük yaşta iyi bilen birinden ders alabilsem, ya da ömrüm sahillerde geçse bu yetenek var mı yok mu görülecekti. Şimdi hiç bir önemi yok gibi dursa da bütün bu denklemin en sevdiğim tarafı bunu hiçbir zaman bilemeyecek olmamdır. Sörfe olan ilgimin üzerine bu kadar ısrarla gitmemin ve bu ilginin gitgide aşka dönüşmesinin altında yatan en güzel talihsizlik bu olsa gerek!
İşin bu notadan sonrası planlarımı kimseye söylemediğim ve kendime saklamaya karar verdiğim için biraz dramatik gözüktü. Halbuki dünyada birçok kişi 9 – 5 işini bırakıp kariyerine bir mola vererek canının istediğini yapmaya gidiyor. Böylece 2013 Mart ayında arabamı satıp, işimden istifa edip sörf yapmaya Sidney’e gittim.
***
Nereye gidiyorsun?
Avustralya’da sörf eğitmenliği kursuna yazılmıştım. İki ay kadar kalacağım yerde hayatımda her şey değişecekti. Sidney tek kelimeyle inanılmaz bir yerdi. Her gün yeni güzellikler görüyordum. Rüzgar sörfünde ilerliyor ve çocukların ilk defa yelken yapışlarına yardım ediyordum ve bunu büyük bir heyecanla izliyordum. Güneşin altında, okyanus dalgalarının çarptığı harika bir plajda kalıyordum.
Açıkcası Avustralya’nın insanları bizden çok daha mutlular çünkü bir kere orta doğuya çok uzaklar ve doğal olarak savaştan da. Aynı zamanda çok geniş coğrafi bir bölgede çok az sayıda kişi yaşadığı için çoğu insan bolluk içinde yaşıyor. Aborijinleri görmeye veya yaşamlarını tanımaya fırsatım olmadığı için sadece Sidney ve civarından bahsettiğimi belirteyim. Ülkenin veya insanlarının bizimki gibi dramatik hayatları yok, daha sakin doğayla bütünleşmiş biraz da spor odaklı yaşıyorlar. Bütün bunlara rağmen bizden daha şanslı olduklarından emin olamadım. Bulunduğun çevrenin ve insan hayatının kıymetini bilmek çok önemli bir konu. Fakat tüm toplumun bunu başarabilmesi için ya çok ileri seviye bir medeniyet ve ekonomik üstünlük, ya da eski zamanda ani ve derin bir kopuş yaşanmış olması gerekiyor sanki. Bildiğimiz üzere Avustralya’ya İngiltere’nin bütün mahkumları epey zaman önce sürülmüşler.
– Anne, cennet cehennem gerçekten var mı?
– Merak etme kızım, hepsini dünyada tadacaksın.
Belki de bu yüzden ilk günden itibaren muazzam bir uzaklık hissettim oradayken. Zaten uçakla 23 saatte gidiliyor ama bunun haricinde de bir izolasyon hissi var oralarda. Sanki başka bir gezegene gelmiş gibi… Belki sadece İstanbul’dakinden tamamen farklı bir hayat yaşadığım için böyle hissetmişimdir. Acaba dünyanın başka yerlerinde de bu ıssız ve vahşi hissi görebilir miyim? Neyse ki, ihtiyacım olan sadece kendi hayatımın monotonluğundan kaçmaktı. Aradığımı buldum ama gerçekten insan ne dilediğine iyi karar vermeliymiş!
***
Mükemmeliyet belası
Oz’da sörf eğitmenliği yapmak epey eğlenceli! 6 – 14 yaş arası çocuklar olduğundan çoğu ders oyun gibi geçiyordu ama bir yandan sahil güvenlik, bir yandan profesyonel sörfçüleri izlemenin eşsiz motivasyonu hem cezbediyor hem de bir yandan egomu kaşındırdığı için beni ezik hissettiriyordu. Bir şekilde sörfümü ilerletmem gerektiğini biliyordum fakat buna pek elverişli hava koşulları yoktu. Bir de hala yetiştiriliş alışkanlığım olan işimi düzgün yapma saplantısı vardı kafamda bu da beni iyi vakit geçirmekten alı koyuyordu. Sörfü bile görev gibi mükemmel yapmak istemek gerçekten çok saçma, çünkü tamamen felsefesine aykırı. Başlangıç seviyesi eğitmen olmak için, ileri seviye sörf yapmak şart değildi bile. Bu beklentiyi tamamen kendi kendime yarattım ve ona ulaşamadan buralara kadar geldiğim için uzun süre can sıkıntısı çektim.
Gel gör ki, bazen o kadar yorulabilirsin ki; can sıkıntısına bile enerjin kalmaz.
Her gün ve bütün gün suda geçiyordu. Akşam 9 gibi pestilim çıkıyor, İngiliz ev arkadaşlarımla biraz sohbet edip, hemen uyuyordum. Bazı günler onlara pub’a bile gidemeyecek kadar yorgun oluyordum. Böylece bu düşürücü psikolojik etkiyi çok derinden hissedemiyordum. İlk günlerde sörf sonrası yoga ile rahatlayıp esnemek bile bazen beni çok yumuşatıp duygusal kırılmalara neden oluyordu. Bir gün annemle telefonda konuşurken herşeyin ne kadar zor geldiğinden yakınarak bir anda ağlamaya başladım! İnsan kendini nasıl böyle bir duruma sokar? Tabii ki çok detaylı düşünmeden. Fiziksel olarak ortalama durağan bir hayat yaşadığım için bedenim, ve daha önce hiç bir kişisel keşfe çıkmadığım için de ruhum bu ani değişime tepki gösteriyordu. Anneler biliyor kendi mahsulünü, bu yola girmişken güçlü kalarak sonuna kadar dayanmam gerektiğini ve yogayı şimdilik bırakmamın daha hayırlı olacağını öğütledi. Böyle zamanlarda insan kendini altına yapmış bebek gibi hissetmiyor mu?
Annemle yüzleştikten sonraki günlerde biraz silkelendim. Kendimi zorluyor olsam da bunu fazla düşünmemeye ve sadece elimden geleni yapmaya odaklandım. Asıl ironik durum ise döneceğim hayatı düşünmek bile istemezken, bitsin diye gün sayıyor olmaktı. Bu karabasandan bir şekilde kurtulmalıydım.
Rüzgar olmadığı günler dalga sörfü, yelken, hepsini denemeye başladım. Adrenalinle gözüm dönmüştü, 30 veya 7 knot hepsinde sudaydım! Ne yazık ki bu kadar şuursuz ve dinlenmeden zorladığım dizlerimin bağlarını ciddi şekilde sakatladığımı çok sonra farkedecektim.
Kısa süre sonra bu tempo ister istemez fiziksel işkenceye dönüştü. İkinci ayın sonuna doğru yorgunluktan heryerim sızlıyordu. Tabii ki bunu etrafa belli etmemeye çalışıyordum çünkü işin sonunda almam gereken bir sertifika ve başarılması gereken bir görev vardı!
Etrafta koca amcalar, bacak kadar çocuklar dalga sörfünde yardırırken, sahilde genç yaşlı herkes spor yaparken, her gün koşu, voleybol, bisiklet yarışları düzenlenirken bunu kendime yediremiyor bu kısır döngüden çıkamıyordum.
Orada olmanın birçok güzel yanı vardı tabii ama bunlara gözümü açmam gereğinden fazla zaman aldı. Aslında dizlerim henüz sorun çıkarmamıştı ve kendiliğinden epey kilo vermiştim. Saçlarımın güneşten açılması ve tropik meyve / deniz mahsülü bolluğu gibi bir çok olumlu etken vardı.
Bütün bunlar ve köpekbalıklarının sadece akşamüstü serinlediğinde avlanmaya çıkması gibi kendini şanslı hissettirecek (!) birçok durum vardı. Bu yüzden saat beş olup da güneş batmaya başladığında sahildekiler sudakilere “shark bait!” (köpekbalığı yemi) diye bağırıp saati işaret ediyorlardı. Sebebini bilmesem de ilk duyulduğunda gayet net bir mesaj olmuş ve bu nedenle sudan çıkışım iki buçuk saniyede falan sürüyordu!
Sörfle ilk gerçek sınavım
Mevsim sonuna doğru istikrarlı bir rüzgar esmese bile, fırtına dahil her havada sörfe çıkıyorduk. Hem teorik dersler seyir, hava durumu ve ilk yardım gibi birçok konuya hakim oldum. Fakat Alaçatı’nın meltemi rüzgarına alışık biri için denizcilik öğrenmekten ziyade, suyun üstünde mümkün olduğu kadar uzun süre hızlıca kaymak istiyordum! Gel gör ki; Sidney limanının içinde hava ya 30 – 35 knot patlıyor, ya da 12- 14 knot arası durağan kalıyordu. Pek tatmin etmeyen bu durum zaten zorlanan sinirlerimi sonlara doğru iyice bozmaya başladı.
Günlük rüzgar dualarına başladığım bir gün inanılmaz bir fırtına koptu. Usta eğitmenimiz o gün benim yanımda botla çıkarak plane olmamı izlemek istediğini söyledi. Belli ki bu İngiliz rüzgarsızlıktan epeydir kıvrandığımı anlamış, bana gerçekten yardım etmek istemişti. Fakat tavrındaki ciddiyet bana neye bulaştığımın farkında olmadığım hissini vermiş ve epey korkutmuştu. Sidney limanının okyanusa bakan tarafı koyun ağzından görünmüyordu neredeyse. Yaklaşık 40 knot civarı estiğini ve 3.3 yelken aldığımı hatırlıyorum. Yardım botu ile 3 -4 metre yanımda giden hocanın rüzgardan sesini zor duyuyordum. Normalde bu kadar durağan bir limanda rüzgarın bu denli şiddetli esebilmesine şaşırmıştım. Daha karadayken bile yağmur yüzüme iğne gibi batıyordu. İki metrelik kaba dalgaların üzerinden hız kesmeden windsurf ile uçuşum, birkaç saniye sonra katapult ile düşüşüm ve sudan çıktığımda hissettiğim zevk ve hocanın verdiği birkaç düzeltme ile toplasan 1 saatlik bir antrenmandı. Bu seans kesinlikle benim için bir ilkti ve rüzgar sörfümden çok daha fazlasını geliştirdiği kesin. Zihnimizin nasıl da herşeye hükmederek hayatımızı değiştirebildiği, egomuzun sadece biraz cesaretle törpülenmeyi bekleyen bir oyuncak olduğunu, ve kendini yüreğinin istediği şeye götürürsen kesinlikle elin boş dönmeyeceğini o gün anladım.
Sidney ile ilgili enteresan bilgiler:
- Sahillerde bira içmek yasak! Ee, bir Caddebostan sahil çocuğu olarak “ne anladım ben bu gün batımından?!” diye isyan ettim tabii. Ciddi söylüyorum, sırf bu yüzden Sidney’de yaşanmaz!
- Bir de düzgün yemek yiyemez olduk, çünkü et ve balık inanılmaz pahalı ve kuytu bir yerde olta atmanın bile cezası ev kirasının yarısı kadar. Para kazanmıyor olduğumuz için de sonlara doğru durum makarna – pilav moduna dönmeye başlamıştı.
Yolculuğun sonu yok
Tek başına gidilen uzak yerlerde en önemli etkenlerden biri yanındaki veya etrafındaki insanlar oluyor. Bu yolculukta anladım ki; en az yapılan aktiviteler kadar insanlarla sosyalleşmek ve bu tecrübeleri beraber yaşamak da çok hayat kurtaran bir konu. Kurstaki diğer arkadaşlarım ile aynı evi paylaşıyor olmasaydım bu kadar tatlı bir tecrübe olmayabilirdi. İngilizlere alışık olduğum için de şanslıyım, biraz kendi halleri değişiktir. İnsan o kadar uzağa tek başına gidince illa ki arkadaş edinmeye ihtiyaç duyuyor. Herkes biryerden gelince ortak payda insanları olduğundan daha anlayışlı ve işbirlikçi hale getiriyor. Dolayısıyla tek başına gidilen hiçbir ülkede (ıssız bir adaya veya çöle düşmediğiniz sürece) gerçekten “yalnız” olmuyor insan. Yaşam koşulları ne kadar zor olursa olsun böyle harika arkadaşlara denk düşebiliyorsunuz.
O dönem hayatımda ilk defa evi özledim diyebilirim. Hatta birkaç kere “neden buradayım? bunu neden yapıyorum?” diye sordum kendime. Düşününce o sorunun cevabını kaçırarak ölüp giden milyonlar var.
Şimdi bazen İstanbuldaki evimde otururken yalnızlığın fikri beni darladığında, bu anıları aklıma getirip moralimi yükseltebiliyorum. Gerçi o hissi hatırlamak için de çaba gerekiyor ama buna “sadece inanmak” da genelde yeterince mutlu ediyor insanı.
Nereye gidersen git, kendinle gittiğini unutma!
Bu yukardaki lafı bana sevgili dostum Gökhan T. söylemişti, hem de yola çıkmadan bir hafta önce falan hiç daha ne yaptığımdan haberim yokken. O kadar doğru zamanda söylenmiş bir sözdür ki içime işlemiş ve hala her adımımda benimle kalmıştır.
***
O trafik kazasını geçirdiğimde başıma çok fena birşey geldi diye düşünmüştüm hatta ölüyorum zannetmiştim. Fakat bu olay bir düşünceler ve olaylar zincirinin başlangıç halkasıymış. Gündelik hayatın monotonluğundan uyandırmak için çıkan bir sarsıntı gibi. Hayat gerçekten kaybetmeye yakın değerleniyor. Biriktirdiğim parayla Avrupa’da daha rahat ve daha uzun kalabilirdim ama bunu seçmemiş daha uzak ve daha bilinmez olana gitmiştim.
Kafamda tek belirgin ve biraz da sığ bir istekle yola çıkmıştım: her gün sörf yapmak nasıl bir his bunu bilmek istiyordum. Gerisi hedefe kitlenip istediğinin peşinden koşmakla alakalı sanırım. Şimdi bu sığ sular derinleşip bir parçam oldu. Pek de güzel oldu.
0 Comments